6 Mart 2009 Cuma

Tasavvuf

HZ ALİ’NİN HİKÂYESİ: Keskin Kader.

Mevlana Mesnevi’de Mısra 3887 ile 3897 arası ve 3981 ile 3985 arasında şöyle bir hikâye anlatıyor. Bu hikâye değişmez kaderi çok keskin bir şekilde vurguluyor. Ayrıca bu hikâyeden, Hz Ali gibi kaderi bilen insanların, nasıl bir teslimiyete, bağışlamaya ve hoşgörüye sahip olduğunu anlayabiliyoruz; her şeyi bilmesine rağmen hayata kesintisiz devam ettiklerini, kadere sığınıp atalete düşmediklerini de görüyoruz. Bu hikâyenin, “Ne yapayım, kaderim böyle” diye tembelliklerine, başarısızlıklarına sebep arayanlara çok güzel bir cevap olduğunu düşünüyorum. Anlaşıldığı kadarı ile “Hiç ölmeyecekmiş gibi çalışıp, yarın ölecekmiş gibi yaşamalıyız” diyen hadis gibi yaşamış Hz Ali. Ben bu hikâyeden çok etkilendim; çok dersler var içinde, bakalım siz de beğenecek misiniz?

“Hz Ali’nin seyisi Yemenden Gaza için çağırılmış 10 erden birisi olan İbn-i Mülcem’di. Hz Muhammed bir gün Ali’ye dünya şakilerinden söz erken:

— Eşkıyanın en kötüsü nimetini gördüğü insanı öldürendir” demiş ve ilave etmişti:
—Ya Ali! Senin de şahadetin, hizmetine Yemen’den gelecek Abdurrahman İbn-i Mülcem adlı bir şakinin eliyle ve onun kılıcıyla olacak.”

Nitekim haricilerle yapılacak savaş için dört bir taraftan asker çağırıldığı zaman Yemenden de 10 savaşçı gelmişti. Bunlardan bir de İbn-i Mülcem’di.

Yemenden gelenler Hz Âli’nin elini öpüp ona hediyeler verdiler. İbn Mülcem de bir kılıç hediye etmek istedi. Fakat Hz Ali onun yüzüne bakamadı ve hediyesini de alamadı. İbn Mülcem yalvarıp yakararak Ali’nin huzuruna girdi, ayaklarına kapandı:

—Arkadaşlarımın hediyelerini kabul ettiğin halde benim hediyemi neden kabul etmedin, dedi.

Hz Ali:
—Ben o kılıcı nasıl kabul ederim ki, sen beni onunla öldüreceksin, dedi.
İbni Mülcem bu söz üzerine şaşkına döndü:

—Hayır, benden böyle bir hata zuhur etmez. Ben senin yoluna başımı vermeye geldim, dedi.

Hz Ali:
—Evet, o niyetle geldin. Fakat yakında senin ruhuna vefa ve muhabbet yerine nifak ve isyan dolacak ve sen bu fiili işleyeceksin, dedi.

Hz Muhammed, İbni Mülcem’in kulağına da “Ali’nin şahadeti senin elinden olacak, haberin olsun!” diye söylemişti. Bu haberi Ali ve Muhammed’den duyan İbn Mülcem, Ali’ye gelerek yalvardı:

—Ya Ali! Lütfet beni öldür. Hiç olmazsa benim ellerimi kes. Ta ki ben dünyanın bu en alçak hareketini yapmaya muktedir olmayayım.
Ali:

—Ey İbni Mülcem! Boşuna gam çekme! Biz bu kaza ve kaderi değiştirecek kudrette değiliz. Ben Allah’ın yazdığı kaderi nasıl değiştiririm? Allah’ın kazasından kaçmak için beni hile aramaya nasıl teşvik edersin? Der.

Fakat Mülcem kendini yerden yere atıyor, büyük bir ızdırapla kıvranıyor ve yalvarmasına devam eder:

—Ya Ali! Allah rızası için beni bir an evvel senin katilin olmak utancından kurtar. Ta ki seni öldüreceğim o anı görmeyeyim. Benim kanım sana helal olsun. Ta ki benim gözüm sana eğri bakmasın. Sana eğri bakan göz bakmaz olsun. Âlem aynasını benim vücut pasından temizle. Ta ki benim canım cehennemde, işleyeceğim bu dünya cinayeti yüzünden yanmasın. Allah’ın en alçak kulu ben olmayayım, diyordu.

Ali yine:
—Ey, İbni Mülcem! Kaza levhasında yazılan hüküm kader levhasındaki gibi değildir. Allah’ın emri yine Allah’ın dilediği şekilde yerine gelmelidir. Esasen biz istesek de istemesek de, ilahi emir emredildiği şekilde olur. Bir kere kaza kalemi, “Ali’nin şehitliği Mülcem’in kılıcından olsun” diye yazdı.

Sen şükür edip gönlünü ferah tut ki, benim içimde sana karşı hiçbir hiddet, düşmanlık ve kırgınlık yoktur. Beni öldürecek olan sen veya senin kılcın değildir. Sen benim gözümde ilahi emrin bir aletisin ve vazifeni yerine getireceksin. Allah ne dilerse güzel diler. Nasıl dilerse, kaderin en güzeli odur. Onun bize verdiği her ızdırap, her bela, tıpkı bağış gibidir. Allah’ın iradesi ve kudreti elinde, sen çeliksen, ben çomağım; sen oraksan ben ekinim; beni atacak ve biçecek olan sen değilsin, benim rabbimdir.

Bunun için üzülme, yarın uhrevi âleme vardığımızda senin için şefaat edecek olan gene ben olacağım. Esasen, seni beni öldürmekle görevlendiren Allah, çektiğin bu ıstırabı benden çok daha iyi bilir. Sen beni vuracak, kanımı dökecek, şu gördüğün beni öldüreceksin; asıl beni öldürmeyeceksin; ten kafesini parçalayacak ve ruhumu kurtaracaksın. Senin vazifen budur. Sen beni değil kalıbımı öldüreceksin.

O zaman İbni Mülcem sordu:

—Ya Ali! Öyleyse bu kısasın-öldürmenin- sebebi nedir? Allah senin gibi büyük bir veliyi, yaratılmışın ve İslam’ın iftihar sebebi olan böyle bir kahramanı öldürmek için, neden beni alet ediyor? Ben san hizmetin, senin hizmetinde iyi ve güzel işler görmenin aleti olmak istiyorum.”

Ali ona yine cevap verdi:

—Ey İbni Mülcem! Kısas da yine Hakk’ın kazasıdır. Onun emridir. O emir öyle bir sırdır ki, idrakine insan aklı kadir değildir… Kendi yaptığını değiştirmek ancak onun kudretindedir… Allah kahır ve lütufta tektir. Bizim uğradığımız her kahır ve lütuf onun eseridir; aslında biri ötekinden farksız olan nimetleridir…

Eğer Allah kendi emrine alet olan bir kulunu bir kısasa-öldürme- alet eder ve kul bu yüzden incinirse, hemen aynı kulunu eskisinden daha üstün ve mesut bir hayata yükseltir. Çünkü yaratan, öldüren, yok eden ve dirilten yalnız onun kudretinin elidir. Bu yüzden nice yoksulluklar varlıklı oluşa, nice günahlar en güzel sevaplara, nice kâfirler müminliğe, nice ahlaksızlar ahlakın en güzeline çevrilir. Ve eğer Allah dilerse, tekrar olduklarından başka veya zıt bir hale koyar. Kâinat bir zıtlar âlemidir. Siyahın yanında beyaz daha aydınlık, gölgenin yanında ışık daha güzeldir.

İnsan gözlerinin Allah’ın nurunu gören noktası, göz beyazında değil, rengi siyah olan gözbebeğindedir. Tıpkı bunu gibi kalbin SEVAD-I AZAM denen siyah noktasında insanı ve bütün kâinatı nur içinde bırakan ilahi aşk şulesi yanar. Gözleri Allah tarafından açılmış her mümin çok iyi bilir ki, öldürsün veya öldürülsün, her kişinin başına gelen sadece kaza ve kader icabıdır.
16.03.2009-Moda-Mukadder Altaylı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder