9 Mart 2009 Pazartesi

PEYGAMBER GECESİ!

7 Mart akşamı İstanbul Cevahir Otel’de, Hz Muhammed’in1438. Doğum gününü anmak için, birkaç dernek bir tören hazırlamışlardı. Bunlar; Türk Kadınlar Kültür Derneği, Altay ve Cenan Vakıflarıydı.

Bu toplantının katıldığım en güzel dini toplantı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Salondaki bin kişi sanki nefes almıyordu, aynı duyguları hissedip tek yürek gibi atıyordu. Konuşmacılar siyaset kokan din söylevleri atmadılar. Bu konuşmalar ne zaman bitecek diye beklemedik, daha neler anlatacaklar diye sabırsızlıkla bekledik, keşke biraz daha anlatsalar dedik; yepyeni bilgiler alıp eskileri hatırladık.

Orada, insanın ruhunu saran, ılık sular gibi peygamber sevgisi aktı, akıl veren anlatımlar olmadı. Sanki peygamberin sıcak eli herkesin başını okşar gibiydi. Bu anma gününe nezaket, sevgi ve saygı hâkim olmuştu. Buraya kadın elinin değdiği her yerde kendini hissettiriyordu. Her yana huzur, sevgi ve zarafet sinmişti. Kadın eli değince incelen duygular, Cemalnur Hanımefendi’nin eli değince daha bir başka zarafete bürünmüştü.

Sayın Diyanet İşleri Başkanımız da oradaydı ve bitmesini hiç istemediğimiz güzel konuşması ile gönüllerimizi aydınlattı. O gece bir kere daha “İşte din bu! İşte Allah ve Peygamber sevgisi bu” dedim ve bu günleri de gördüğümüz için şükrettim. Sanki içi boşalmış kurallar içinde kaybettiğimiz inancımızı yeniden bulmuş gibi olduk.

O geceyi hazırlayan, emeği geçen herkese gönülden teşekkürler! İyi ki bu ülkede sizin gibi insanlar var da, sayenizde insanlar “Öcü din” yüzünden Mevla’sından uzaklara atılmaktan kurtuluyor. Ne mutlu bu işe gönül verene! Peygamber gecesinde emeği geçen herkese gönülden teşekkürlerimizi sunuyoruz. Allah’ın selamı herkesin üzerine olsun!

MUKADDER ALTAYLI–8 Mart 2009-Moda

8 Mart 2009 Pazar

Tasavvuf


Kadınlar Günü Yazısı: MEVLANA ve KADIN

Mevlana Mesnevi’de, 2462 ile 2473’üncü mısralar arasında, kadının önemini, dünyada eşi benzeri olmayan muhteşem bir ifade ile anlatmıştır. Önce Mevlana’nın mısralarını, sonra da aynı mısralarla ilgili, Kenan Rufai’nin Mesnevi açıklamalarını, yorumsuz olarak vermek istiyorum. Zaten, siz de göreceksiniz ki, bu satırlardan sonra benim söz söylemem çok büyük saygısızlık olacaktır. Yorumsuz aktarıyorum:

“Allah (Zeyyine-linnas… hükmünce) kadının muhabbeti ile insanı tezyin etmiştir. Hakkın bu tertibinden insanlar nasıl kaçabilir?

Zira Allah kadını, erkeğin sükûn ve teselli bulması için yarattı. Bunun için Âdem Havva’dan nasıl ayrılabilir?

Bir kimse yiğitlikte Zaloğlu Rüstem bile olsa, Hamza’dan bile ileri geçse ferman dilemek konusunda yine de kadının esiridir.

Sözlerine cümle âlemin mest olduğu Hz Muhammed bile: ” Kellimini ya Hümeyra- Bana bir şeyler söyle, ya Hümeyra!” derdi.

Her ne kadar su ateşe galip ve baskın ise de, bir kabın içindeyken ateş o suyu kaynatır.

Ne vakit bir kap ikisinin arasına girse, ateş o suyu havaya çevirip yok eder.
Zahiren su ateşe galip olduğu gibi, sende kadına hâkim esen de, batınen kadına hem mağlup, hem de talipsin!

Böyle bir hususiyet ancak insanda vardır. Hayvandaki muhabbet duygusu eksiktir. Bu da hayvanın insan derecesinden aşağıda olmasından kaynaklanır.

Resulullah efendimiz: Kadınlar, akiller ve gönül sahipleri üzerine galiptir” dedi.
Diğer taraftan cahiller kadına galip, çünkü onlar sert ve kaba muameleli olurlar.
Cahillerde rikkat, lütuf, muhabbet azdır. Çünkü tabiatlarında hayvanlık galiptir.
Muhabbet ve rikkat insani vasıflardır. Gazap ve şehvet ise, hayvani sıfatlardır.
Kadın hakkın nurudur, sadece sevgili değil, sanki Halik’tır, mahlûk değil!”

Kenan Rufai’nin açıklanması: Kadın sevgisini, bizzat Hak süslemiştir, halkın ondan kopması nasıl beklenebilir? Meğerki yine Hak’tan bir hidayet erişsin.

İlahi tecelliye mazhar olan Âdem peygamber, tecelli nurları içinde dayanma kudretini kaybedince, üzerine ceberut ve melekût âlemlerinin de nuru indi. Âdem Havva ile alışkanlık peyda ederek, Allah’ın tecelli hamlelerinden ürkmesin, kendini güçsüz hissetmesin diye, Havva böyle bir nurdan yaratıldı.

Hz Muhammed’in, maneviyat âlemine daldığı ve ilahi âlemlerin enginliği karşısında dehşette kaldığı zamanlarda, Hz Ayşe’ye hitap ederek: ”Kellimini ya Hümeyra! Hümeyra benimle konuş!” diye seslenmeleri de, bundan ve ara sıra Dünya’ya çekilme ihtiyacından kaynaklanmıştır.

Bir kimse, İran destanının büyük pehlivanı Zaloğlu Rüstem olsa, hatta kahramanlıkta Hz Muhammed’in amcası Hz Hamza kudretinde bulunsa, yine de sevdiği kadının zebunudur. Su ateş gibi heybetli bir varlığı söndürme gücüne sahiptir. Fakat aynı su, bir kap içine konunca, ateş onu kaynatır; bir damlası kalmayana kadar buharlaştırıp havaya karıştırır.

İşte erkekle kadın da ateşle su gibidir. Görünüşte su gibi olan erkek, kadına hâkim durumda olsa da, işin iç yüzü öyle değildir. Ateşin harareti gibi kadının sevgisi ve cazibesi de, erkeği coşturup kaynatarak tüketme gücüne sahiptir.

İnsanın varlığındaki ruh da su gibi saf ve şeffaftır. Nefis de ateş gibi yakıcı ve kaynatıcıdır. Bunun için, nefis ateşi ruh suyunu kaynatarak, ondaki ruhani letafeti, vücutta dağıtıp, ruhu nefse bağlı hale koyar. Ruhun ateş üzerine konan bir kaptaki su gibi kaynaması bu yüzdendir. Yine bu yüzden, kadını isteyen erkek, görünüşte kadına hâkim durumdadır.

Fakat aslında erkek; hem kadına, hem de kadın gibi dişi tabiatlı olan nefse karşı yenik ve mahkûm durumdadır. Çünkü hayatta kaldığı müddetçe, hiçbir erkek kadın olmadan hayatını sürdüremez.

Akıl ve aşk sadece insanda olduğu için, bu özellikler de sadece insanda vardır. Hayvanda akıl yoktur; aşk da eksiktir. Aşk ve akıldaki bu noksanlık sonucunda, hayvanlar dişilerine mağlup olmazlar.

Bu yüzden Hz Muhammed, “Kadınlar akıl ve gönül sahibi erkelere hükmederler”, buyurmuştur. Akıllı ve ince ruhlu erkekler kadınlara karşı daima anlayışlı ve şefkatli olur. Onlara sert davranmaktan, onları kırmaktan, incitmekten çekinirler. Ancak cahil ve akılsız erkeklerde, hayvanlık sıfatları baskın olduğu için, kadınlara kaba ve sert davranırlar; onları ezmeğe çalışırlar. Sertlik ve şehvetli yaklaşımlar hayvanlara ait; aşk ve ruh inceliği ise insanlara ait sıfatlardır.

İnsanın sevdiği kadına karşı sevgi ve çekiliş duyması boşuna değildir. Çünkü kadın, Allah güzelliğinin yeryüzüne vurmuş bir nurudur; kadın sadece sevgili değildir; yaratılmış değil, adeta yaratandır.

Bu gerçek anlaşıldıktan sonra, “Kadın erkeğin yarısıdır” diyen peygamberin hadisi, daha iyi anlaşılmış olur. Böylece, en kuvvetli erkeklerin bile kadınlar karşısında zaafa düşmelerindeki sır meydana çıkmış olur. Bu durumda, ancak seviyeli ve irfan sahibi erkeklerin kadına mağlup olabildiklerini anlıyoruz. Bir erkeğin kadına tutkun olması, onun kemal ve irfanının ölçüsüne göredir.

Kuran’da İslam’ın kadınlara verdiği değer çok açıktır; Kuran her seslenişini kadın ve erkek ayırmadan yapmıştır. Kuran, inanmış kadınları ve inanmış erkeklerden ayrı düşünmemiş ve ikisine de aynı hitabı yapmıştır.

Allah’ın kadına verdiği değer, kadının kendi yaratıcı kudretinden vasıflar taşıması, hayatın devamlılığında büyük vazife görmesi gibi, ilahi kaderin azizi bir işaretini taşımasındandır. “Kadına olan muhabbet, onların vücutları aynasında Allah’ı müşahede edebilmektendir.”

Muhittin Arabi’nin meşhur müridi İbn-i Farız da, ”Her güzelin güzelliği, Allah güzelliğinden aksetmiş bir parçadır” demiştir. Demek ki, erkeğin kadına sevgisi bir bakıma onun vasıtasıyla, ilahi güzelliğe kavuşmayı dilemek manasındadır. Bunun için de kadının erkeğe galebesi-baskın olması- normaldir. Fakat bu düşünce, ancak belirli bir irfan seviyesine varmış ve maneviyat âlemlerinde mesafeler kat etmiş erkekler için doğrudur.”

8 Mart 2009-Pazar-Kadıköy, MUKADDER ALTAYLI

6 Mart 2009 Cuma


Tasavvuf

HZ ALİ’NİN HİKÂYESİ: Keskin Kader.

Mevlana Mesnevi’de Mısra 3887 ile 3897 arası ve 3981 ile 3985 arasında şöyle bir hikâye anlatıyor. Bu hikâye değişmez kaderi çok keskin bir şekilde vurguluyor. Ayrıca bu hikâyeden, Hz Ali gibi kaderi bilen insanların, nasıl bir teslimiyete, bağışlamaya ve hoşgörüye sahip olduğunu anlayabiliyoruz; her şeyi bilmesine rağmen hayata kesintisiz devam ettiklerini, kadere sığınıp atalete düşmediklerini de görüyoruz. Bu hikâyenin, “Ne yapayım, kaderim böyle” diye tembelliklerine, başarısızlıklarına sebep arayanlara çok güzel bir cevap olduğunu düşünüyorum. Anlaşıldığı kadarı ile “Hiç ölmeyecekmiş gibi çalışıp, yarın ölecekmiş gibi yaşamalıyız” diyen hadis gibi yaşamış Hz Ali. Ben bu hikâyeden çok etkilendim; çok dersler var içinde, bakalım siz de beğenecek misiniz?

“Hz Ali’nin seyisi Yemenden Gaza için çağırılmış 10 erden birisi olan İbn-i Mülcem’di. Hz Muhammed bir gün Ali’ye dünya şakilerinden söz erken:

— Eşkıyanın en kötüsü nimetini gördüğü insanı öldürendir” demiş ve ilave etmişti:
—Ya Ali! Senin de şahadetin, hizmetine Yemen’den gelecek Abdurrahman İbn-i Mülcem adlı bir şakinin eliyle ve onun kılıcıyla olacak.”

Nitekim haricilerle yapılacak savaş için dört bir taraftan asker çağırıldığı zaman Yemenden de 10 savaşçı gelmişti. Bunlardan bir de İbn-i Mülcem’di.

Yemenden gelenler Hz Âli’nin elini öpüp ona hediyeler verdiler. İbn Mülcem de bir kılıç hediye etmek istedi. Fakat Hz Ali onun yüzüne bakamadı ve hediyesini de alamadı. İbn Mülcem yalvarıp yakararak Ali’nin huzuruna girdi, ayaklarına kapandı:

—Arkadaşlarımın hediyelerini kabul ettiğin halde benim hediyemi neden kabul etmedin, dedi.

Hz Ali:
—Ben o kılıcı nasıl kabul ederim ki, sen beni onunla öldüreceksin, dedi.
İbni Mülcem bu söz üzerine şaşkına döndü:

—Hayır, benden böyle bir hata zuhur etmez. Ben senin yoluna başımı vermeye geldim, dedi.

Hz Ali:
—Evet, o niyetle geldin. Fakat yakında senin ruhuna vefa ve muhabbet yerine nifak ve isyan dolacak ve sen bu fiili işleyeceksin, dedi.

Hz Muhammed, İbni Mülcem’in kulağına da “Ali’nin şahadeti senin elinden olacak, haberin olsun!” diye söylemişti. Bu haberi Ali ve Muhammed’den duyan İbn Mülcem, Ali’ye gelerek yalvardı:

—Ya Ali! Lütfet beni öldür. Hiç olmazsa benim ellerimi kes. Ta ki ben dünyanın bu en alçak hareketini yapmaya muktedir olmayayım.
Ali:

—Ey İbni Mülcem! Boşuna gam çekme! Biz bu kaza ve kaderi değiştirecek kudrette değiliz. Ben Allah’ın yazdığı kaderi nasıl değiştiririm? Allah’ın kazasından kaçmak için beni hile aramaya nasıl teşvik edersin? Der.

Fakat Mülcem kendini yerden yere atıyor, büyük bir ızdırapla kıvranıyor ve yalvarmasına devam eder:

—Ya Ali! Allah rızası için beni bir an evvel senin katilin olmak utancından kurtar. Ta ki seni öldüreceğim o anı görmeyeyim. Benim kanım sana helal olsun. Ta ki benim gözüm sana eğri bakmasın. Sana eğri bakan göz bakmaz olsun. Âlem aynasını benim vücut pasından temizle. Ta ki benim canım cehennemde, işleyeceğim bu dünya cinayeti yüzünden yanmasın. Allah’ın en alçak kulu ben olmayayım, diyordu.

Ali yine:
—Ey, İbni Mülcem! Kaza levhasında yazılan hüküm kader levhasındaki gibi değildir. Allah’ın emri yine Allah’ın dilediği şekilde yerine gelmelidir. Esasen biz istesek de istemesek de, ilahi emir emredildiği şekilde olur. Bir kere kaza kalemi, “Ali’nin şehitliği Mülcem’in kılıcından olsun” diye yazdı.

Sen şükür edip gönlünü ferah tut ki, benim içimde sana karşı hiçbir hiddet, düşmanlık ve kırgınlık yoktur. Beni öldürecek olan sen veya senin kılcın değildir. Sen benim gözümde ilahi emrin bir aletisin ve vazifeni yerine getireceksin. Allah ne dilerse güzel diler. Nasıl dilerse, kaderin en güzeli odur. Onun bize verdiği her ızdırap, her bela, tıpkı bağış gibidir. Allah’ın iradesi ve kudreti elinde, sen çeliksen, ben çomağım; sen oraksan ben ekinim; beni atacak ve biçecek olan sen değilsin, benim rabbimdir.

Bunun için üzülme, yarın uhrevi âleme vardığımızda senin için şefaat edecek olan gene ben olacağım. Esasen, seni beni öldürmekle görevlendiren Allah, çektiğin bu ıstırabı benden çok daha iyi bilir. Sen beni vuracak, kanımı dökecek, şu gördüğün beni öldüreceksin; asıl beni öldürmeyeceksin; ten kafesini parçalayacak ve ruhumu kurtaracaksın. Senin vazifen budur. Sen beni değil kalıbımı öldüreceksin.

O zaman İbni Mülcem sordu:

—Ya Ali! Öyleyse bu kısasın-öldürmenin- sebebi nedir? Allah senin gibi büyük bir veliyi, yaratılmışın ve İslam’ın iftihar sebebi olan böyle bir kahramanı öldürmek için, neden beni alet ediyor? Ben san hizmetin, senin hizmetinde iyi ve güzel işler görmenin aleti olmak istiyorum.”

Ali ona yine cevap verdi:

—Ey İbni Mülcem! Kısas da yine Hakk’ın kazasıdır. Onun emridir. O emir öyle bir sırdır ki, idrakine insan aklı kadir değildir… Kendi yaptığını değiştirmek ancak onun kudretindedir… Allah kahır ve lütufta tektir. Bizim uğradığımız her kahır ve lütuf onun eseridir; aslında biri ötekinden farksız olan nimetleridir…

Eğer Allah kendi emrine alet olan bir kulunu bir kısasa-öldürme- alet eder ve kul bu yüzden incinirse, hemen aynı kulunu eskisinden daha üstün ve mesut bir hayata yükseltir. Çünkü yaratan, öldüren, yok eden ve dirilten yalnız onun kudretinin elidir. Bu yüzden nice yoksulluklar varlıklı oluşa, nice günahlar en güzel sevaplara, nice kâfirler müminliğe, nice ahlaksızlar ahlakın en güzeline çevrilir. Ve eğer Allah dilerse, tekrar olduklarından başka veya zıt bir hale koyar. Kâinat bir zıtlar âlemidir. Siyahın yanında beyaz daha aydınlık, gölgenin yanında ışık daha güzeldir.

İnsan gözlerinin Allah’ın nurunu gören noktası, göz beyazında değil, rengi siyah olan gözbebeğindedir. Tıpkı bunu gibi kalbin SEVAD-I AZAM denen siyah noktasında insanı ve bütün kâinatı nur içinde bırakan ilahi aşk şulesi yanar. Gözleri Allah tarafından açılmış her mümin çok iyi bilir ki, öldürsün veya öldürülsün, her kişinin başına gelen sadece kaza ve kader icabıdır.
16.03.2009-Moda-Mukadder Altaylı