18 Nisan 2009 Cumartesi


HİKÂYE:

Musa’nın “KUDRET HELVASI”:

Musa’nın kavmi çok uzun yıllar, kendini tanrı kabul eden Mısır Firavununun esareti altında yaşadı. Bu Mısır haklının kölesi olarak yaşayan esir bir milletti. Sonunda Tanrının yönlendirmesi ve yardımı ile Musa Mısır Firavununa karşı çıktı, Allah’ı ve kendi peygamberliğini ilan etti. Ama bu kolay gerçekleşen bir olay değildi. Büyük mücadeleler sonucu köle halk da ayaklandı, Allah onların kurtuluşu için Firavuna birçok sıkıntı yaşattı. Firavun da bu isyankâr halkı artık köle olarak kullanamayacağını anladı. Musa Firavundan halkını alıp gitme izni aldı, Firavun sonradan onları bıraktığına pişman oldu ve arkalarından onları yakalamak için yola çıktı. Musa ve kavmi denizin yarılması ile Firavundan kurtulunca 3 ay sonra Tin Sahrası’na-Sina Çölüne- ulaştı. Tanrı burada yerleşmelerini istedi, ama burası pek verimli olmayan, hiçbir şey yetişmeyen bir yerdi.

Kurtulmasına kurtulmuşlardı, ama düşmandan kurtulmak yetmiyordu, artık geçim derdi başlamıştı. Belli süre geçince halk “Firavun’un yanında bari karnımız doyuyordu” diye sızlanmaya başlayınca Musa dua etti ve Allah duasını kabul etti. Musa kavmine, Tin sahrasında gökten bıldırcın eti ve kudret helvası yağdı. Bunlardan Kuran’da Bakara 57 ve Araf 160’da söz edilir. Ayrıca Mevlana tarafından Mesnevi’de, 3775–3780. mısraları arasında bu konu şöyle anlatılır:

Musa, kavmine çöllerde su ve helva bulmuştu. İsa da kavmi için gökten Maide dilemiş ve gökler bu dileği yerine getirmişti. Güneş Musa’ya iman edenleri yakmasın diye, Allah, çöl sahralarına iri bulutlar göndermiş, Musa’nın bulutunun mucizesi, Tih çölünde, yeşil bir vaha, yaratmış; semadan yiyecek yağar olmuştu. Musa kavmi 40 yıl, Allah’ın mucizesi ile beslenmişti.

Bu kavim zamanla tek tür yemek yemekten bıktı ve daha başka nimetler, mesele pırasa, tere, mercimek, sarımsak ve marul istedi. İmkânsızı mümkün kılan Allah, dileseydi onlara bunları da verirdi. Fakat Rablerine şükür edecekleri yerde yalnız midelerini düşünenlere Allah, yine gazabını gösterdi. Yeniden uçsuz bucaksız, susuz ve bulutsuz çöllerin azabına düştüler. Bundan sonra şikâyet eden bu insanlara bel belleme, çapa yapma ve orak biçme yorgunluğu kaldı.

Musa kavmi, Musa’ya ve tanrıya vefasızlıklarının bir başka örneğini daha vermişti. Daha sonraki zamanlarda, Musa Tevrat’ı getirmek için Tur Dağına gidince, kavmi içindeki fesatçılar, fesada meyilleri Hakk’a meyillerinden daha fazla olan insanları yeniden kaldırdılar ve Musa’nın tanıttığı Allah yerine buzağıya taptılar.

Musa dönüp de onların bu yaptıklarını görünce, yüz binlerce pişmanlık getirenler oldu ve Allah öyle emrettiği için, aralarında savaş başladı. Buzağıya tapanların binlercesi bu savaştan silinerek çıktı. Musa halkı, bir kere daha fesatlardan temizlenerek Allah’ın doğru yoluna girmiş ve Musa’nın yanında yer almış oldu.
19.04.2009-Moda-Mukadder Altaylı

9 Mart 2009 Pazartesi

PEYGAMBER GECESİ!

7 Mart akşamı İstanbul Cevahir Otel’de, Hz Muhammed’in1438. Doğum gününü anmak için, birkaç dernek bir tören hazırlamışlardı. Bunlar; Türk Kadınlar Kültür Derneği, Altay ve Cenan Vakıflarıydı.

Bu toplantının katıldığım en güzel dini toplantı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Salondaki bin kişi sanki nefes almıyordu, aynı duyguları hissedip tek yürek gibi atıyordu. Konuşmacılar siyaset kokan din söylevleri atmadılar. Bu konuşmalar ne zaman bitecek diye beklemedik, daha neler anlatacaklar diye sabırsızlıkla bekledik, keşke biraz daha anlatsalar dedik; yepyeni bilgiler alıp eskileri hatırladık.

Orada, insanın ruhunu saran, ılık sular gibi peygamber sevgisi aktı, akıl veren anlatımlar olmadı. Sanki peygamberin sıcak eli herkesin başını okşar gibiydi. Bu anma gününe nezaket, sevgi ve saygı hâkim olmuştu. Buraya kadın elinin değdiği her yerde kendini hissettiriyordu. Her yana huzur, sevgi ve zarafet sinmişti. Kadın eli değince incelen duygular, Cemalnur Hanımefendi’nin eli değince daha bir başka zarafete bürünmüştü.

Sayın Diyanet İşleri Başkanımız da oradaydı ve bitmesini hiç istemediğimiz güzel konuşması ile gönüllerimizi aydınlattı. O gece bir kere daha “İşte din bu! İşte Allah ve Peygamber sevgisi bu” dedim ve bu günleri de gördüğümüz için şükrettim. Sanki içi boşalmış kurallar içinde kaybettiğimiz inancımızı yeniden bulmuş gibi olduk.

O geceyi hazırlayan, emeği geçen herkese gönülden teşekkürler! İyi ki bu ülkede sizin gibi insanlar var da, sayenizde insanlar “Öcü din” yüzünden Mevla’sından uzaklara atılmaktan kurtuluyor. Ne mutlu bu işe gönül verene! Peygamber gecesinde emeği geçen herkese gönülden teşekkürlerimizi sunuyoruz. Allah’ın selamı herkesin üzerine olsun!

MUKADDER ALTAYLI–8 Mart 2009-Moda

8 Mart 2009 Pazar

Tasavvuf


Kadınlar Günü Yazısı: MEVLANA ve KADIN

Mevlana Mesnevi’de, 2462 ile 2473’üncü mısralar arasında, kadının önemini, dünyada eşi benzeri olmayan muhteşem bir ifade ile anlatmıştır. Önce Mevlana’nın mısralarını, sonra da aynı mısralarla ilgili, Kenan Rufai’nin Mesnevi açıklamalarını, yorumsuz olarak vermek istiyorum. Zaten, siz de göreceksiniz ki, bu satırlardan sonra benim söz söylemem çok büyük saygısızlık olacaktır. Yorumsuz aktarıyorum:

“Allah (Zeyyine-linnas… hükmünce) kadının muhabbeti ile insanı tezyin etmiştir. Hakkın bu tertibinden insanlar nasıl kaçabilir?

Zira Allah kadını, erkeğin sükûn ve teselli bulması için yarattı. Bunun için Âdem Havva’dan nasıl ayrılabilir?

Bir kimse yiğitlikte Zaloğlu Rüstem bile olsa, Hamza’dan bile ileri geçse ferman dilemek konusunda yine de kadının esiridir.

Sözlerine cümle âlemin mest olduğu Hz Muhammed bile: ” Kellimini ya Hümeyra- Bana bir şeyler söyle, ya Hümeyra!” derdi.

Her ne kadar su ateşe galip ve baskın ise de, bir kabın içindeyken ateş o suyu kaynatır.

Ne vakit bir kap ikisinin arasına girse, ateş o suyu havaya çevirip yok eder.
Zahiren su ateşe galip olduğu gibi, sende kadına hâkim esen de, batınen kadına hem mağlup, hem de talipsin!

Böyle bir hususiyet ancak insanda vardır. Hayvandaki muhabbet duygusu eksiktir. Bu da hayvanın insan derecesinden aşağıda olmasından kaynaklanır.

Resulullah efendimiz: Kadınlar, akiller ve gönül sahipleri üzerine galiptir” dedi.
Diğer taraftan cahiller kadına galip, çünkü onlar sert ve kaba muameleli olurlar.
Cahillerde rikkat, lütuf, muhabbet azdır. Çünkü tabiatlarında hayvanlık galiptir.
Muhabbet ve rikkat insani vasıflardır. Gazap ve şehvet ise, hayvani sıfatlardır.
Kadın hakkın nurudur, sadece sevgili değil, sanki Halik’tır, mahlûk değil!”

Kenan Rufai’nin açıklanması: Kadın sevgisini, bizzat Hak süslemiştir, halkın ondan kopması nasıl beklenebilir? Meğerki yine Hak’tan bir hidayet erişsin.

İlahi tecelliye mazhar olan Âdem peygamber, tecelli nurları içinde dayanma kudretini kaybedince, üzerine ceberut ve melekût âlemlerinin de nuru indi. Âdem Havva ile alışkanlık peyda ederek, Allah’ın tecelli hamlelerinden ürkmesin, kendini güçsüz hissetmesin diye, Havva böyle bir nurdan yaratıldı.

Hz Muhammed’in, maneviyat âlemine daldığı ve ilahi âlemlerin enginliği karşısında dehşette kaldığı zamanlarda, Hz Ayşe’ye hitap ederek: ”Kellimini ya Hümeyra! Hümeyra benimle konuş!” diye seslenmeleri de, bundan ve ara sıra Dünya’ya çekilme ihtiyacından kaynaklanmıştır.

Bir kimse, İran destanının büyük pehlivanı Zaloğlu Rüstem olsa, hatta kahramanlıkta Hz Muhammed’in amcası Hz Hamza kudretinde bulunsa, yine de sevdiği kadının zebunudur. Su ateş gibi heybetli bir varlığı söndürme gücüne sahiptir. Fakat aynı su, bir kap içine konunca, ateş onu kaynatır; bir damlası kalmayana kadar buharlaştırıp havaya karıştırır.

İşte erkekle kadın da ateşle su gibidir. Görünüşte su gibi olan erkek, kadına hâkim durumda olsa da, işin iç yüzü öyle değildir. Ateşin harareti gibi kadının sevgisi ve cazibesi de, erkeği coşturup kaynatarak tüketme gücüne sahiptir.

İnsanın varlığındaki ruh da su gibi saf ve şeffaftır. Nefis de ateş gibi yakıcı ve kaynatıcıdır. Bunun için, nefis ateşi ruh suyunu kaynatarak, ondaki ruhani letafeti, vücutta dağıtıp, ruhu nefse bağlı hale koyar. Ruhun ateş üzerine konan bir kaptaki su gibi kaynaması bu yüzdendir. Yine bu yüzden, kadını isteyen erkek, görünüşte kadına hâkim durumdadır.

Fakat aslında erkek; hem kadına, hem de kadın gibi dişi tabiatlı olan nefse karşı yenik ve mahkûm durumdadır. Çünkü hayatta kaldığı müddetçe, hiçbir erkek kadın olmadan hayatını sürdüremez.

Akıl ve aşk sadece insanda olduğu için, bu özellikler de sadece insanda vardır. Hayvanda akıl yoktur; aşk da eksiktir. Aşk ve akıldaki bu noksanlık sonucunda, hayvanlar dişilerine mağlup olmazlar.

Bu yüzden Hz Muhammed, “Kadınlar akıl ve gönül sahibi erkelere hükmederler”, buyurmuştur. Akıllı ve ince ruhlu erkekler kadınlara karşı daima anlayışlı ve şefkatli olur. Onlara sert davranmaktan, onları kırmaktan, incitmekten çekinirler. Ancak cahil ve akılsız erkeklerde, hayvanlık sıfatları baskın olduğu için, kadınlara kaba ve sert davranırlar; onları ezmeğe çalışırlar. Sertlik ve şehvetli yaklaşımlar hayvanlara ait; aşk ve ruh inceliği ise insanlara ait sıfatlardır.

İnsanın sevdiği kadına karşı sevgi ve çekiliş duyması boşuna değildir. Çünkü kadın, Allah güzelliğinin yeryüzüne vurmuş bir nurudur; kadın sadece sevgili değildir; yaratılmış değil, adeta yaratandır.

Bu gerçek anlaşıldıktan sonra, “Kadın erkeğin yarısıdır” diyen peygamberin hadisi, daha iyi anlaşılmış olur. Böylece, en kuvvetli erkeklerin bile kadınlar karşısında zaafa düşmelerindeki sır meydana çıkmış olur. Bu durumda, ancak seviyeli ve irfan sahibi erkeklerin kadına mağlup olabildiklerini anlıyoruz. Bir erkeğin kadına tutkun olması, onun kemal ve irfanının ölçüsüne göredir.

Kuran’da İslam’ın kadınlara verdiği değer çok açıktır; Kuran her seslenişini kadın ve erkek ayırmadan yapmıştır. Kuran, inanmış kadınları ve inanmış erkeklerden ayrı düşünmemiş ve ikisine de aynı hitabı yapmıştır.

Allah’ın kadına verdiği değer, kadının kendi yaratıcı kudretinden vasıflar taşıması, hayatın devamlılığında büyük vazife görmesi gibi, ilahi kaderin azizi bir işaretini taşımasındandır. “Kadına olan muhabbet, onların vücutları aynasında Allah’ı müşahede edebilmektendir.”

Muhittin Arabi’nin meşhur müridi İbn-i Farız da, ”Her güzelin güzelliği, Allah güzelliğinden aksetmiş bir parçadır” demiştir. Demek ki, erkeğin kadına sevgisi bir bakıma onun vasıtasıyla, ilahi güzelliğe kavuşmayı dilemek manasındadır. Bunun için de kadının erkeğe galebesi-baskın olması- normaldir. Fakat bu düşünce, ancak belirli bir irfan seviyesine varmış ve maneviyat âlemlerinde mesafeler kat etmiş erkekler için doğrudur.”

8 Mart 2009-Pazar-Kadıköy, MUKADDER ALTAYLI

6 Mart 2009 Cuma


Tasavvuf

HZ ALİ’NİN HİKÂYESİ: Keskin Kader.

Mevlana Mesnevi’de Mısra 3887 ile 3897 arası ve 3981 ile 3985 arasında şöyle bir hikâye anlatıyor. Bu hikâye değişmez kaderi çok keskin bir şekilde vurguluyor. Ayrıca bu hikâyeden, Hz Ali gibi kaderi bilen insanların, nasıl bir teslimiyete, bağışlamaya ve hoşgörüye sahip olduğunu anlayabiliyoruz; her şeyi bilmesine rağmen hayata kesintisiz devam ettiklerini, kadere sığınıp atalete düşmediklerini de görüyoruz. Bu hikâyenin, “Ne yapayım, kaderim böyle” diye tembelliklerine, başarısızlıklarına sebep arayanlara çok güzel bir cevap olduğunu düşünüyorum. Anlaşıldığı kadarı ile “Hiç ölmeyecekmiş gibi çalışıp, yarın ölecekmiş gibi yaşamalıyız” diyen hadis gibi yaşamış Hz Ali. Ben bu hikâyeden çok etkilendim; çok dersler var içinde, bakalım siz de beğenecek misiniz?

“Hz Ali’nin seyisi Yemenden Gaza için çağırılmış 10 erden birisi olan İbn-i Mülcem’di. Hz Muhammed bir gün Ali’ye dünya şakilerinden söz erken:

— Eşkıyanın en kötüsü nimetini gördüğü insanı öldürendir” demiş ve ilave etmişti:
—Ya Ali! Senin de şahadetin, hizmetine Yemen’den gelecek Abdurrahman İbn-i Mülcem adlı bir şakinin eliyle ve onun kılıcıyla olacak.”

Nitekim haricilerle yapılacak savaş için dört bir taraftan asker çağırıldığı zaman Yemenden de 10 savaşçı gelmişti. Bunlardan bir de İbn-i Mülcem’di.

Yemenden gelenler Hz Âli’nin elini öpüp ona hediyeler verdiler. İbn Mülcem de bir kılıç hediye etmek istedi. Fakat Hz Ali onun yüzüne bakamadı ve hediyesini de alamadı. İbn Mülcem yalvarıp yakararak Ali’nin huzuruna girdi, ayaklarına kapandı:

—Arkadaşlarımın hediyelerini kabul ettiğin halde benim hediyemi neden kabul etmedin, dedi.

Hz Ali:
—Ben o kılıcı nasıl kabul ederim ki, sen beni onunla öldüreceksin, dedi.
İbni Mülcem bu söz üzerine şaşkına döndü:

—Hayır, benden böyle bir hata zuhur etmez. Ben senin yoluna başımı vermeye geldim, dedi.

Hz Ali:
—Evet, o niyetle geldin. Fakat yakında senin ruhuna vefa ve muhabbet yerine nifak ve isyan dolacak ve sen bu fiili işleyeceksin, dedi.

Hz Muhammed, İbni Mülcem’in kulağına da “Ali’nin şahadeti senin elinden olacak, haberin olsun!” diye söylemişti. Bu haberi Ali ve Muhammed’den duyan İbn Mülcem, Ali’ye gelerek yalvardı:

—Ya Ali! Lütfet beni öldür. Hiç olmazsa benim ellerimi kes. Ta ki ben dünyanın bu en alçak hareketini yapmaya muktedir olmayayım.
Ali:

—Ey İbni Mülcem! Boşuna gam çekme! Biz bu kaza ve kaderi değiştirecek kudrette değiliz. Ben Allah’ın yazdığı kaderi nasıl değiştiririm? Allah’ın kazasından kaçmak için beni hile aramaya nasıl teşvik edersin? Der.

Fakat Mülcem kendini yerden yere atıyor, büyük bir ızdırapla kıvranıyor ve yalvarmasına devam eder:

—Ya Ali! Allah rızası için beni bir an evvel senin katilin olmak utancından kurtar. Ta ki seni öldüreceğim o anı görmeyeyim. Benim kanım sana helal olsun. Ta ki benim gözüm sana eğri bakmasın. Sana eğri bakan göz bakmaz olsun. Âlem aynasını benim vücut pasından temizle. Ta ki benim canım cehennemde, işleyeceğim bu dünya cinayeti yüzünden yanmasın. Allah’ın en alçak kulu ben olmayayım, diyordu.

Ali yine:
—Ey, İbni Mülcem! Kaza levhasında yazılan hüküm kader levhasındaki gibi değildir. Allah’ın emri yine Allah’ın dilediği şekilde yerine gelmelidir. Esasen biz istesek de istemesek de, ilahi emir emredildiği şekilde olur. Bir kere kaza kalemi, “Ali’nin şehitliği Mülcem’in kılıcından olsun” diye yazdı.

Sen şükür edip gönlünü ferah tut ki, benim içimde sana karşı hiçbir hiddet, düşmanlık ve kırgınlık yoktur. Beni öldürecek olan sen veya senin kılcın değildir. Sen benim gözümde ilahi emrin bir aletisin ve vazifeni yerine getireceksin. Allah ne dilerse güzel diler. Nasıl dilerse, kaderin en güzeli odur. Onun bize verdiği her ızdırap, her bela, tıpkı bağış gibidir. Allah’ın iradesi ve kudreti elinde, sen çeliksen, ben çomağım; sen oraksan ben ekinim; beni atacak ve biçecek olan sen değilsin, benim rabbimdir.

Bunun için üzülme, yarın uhrevi âleme vardığımızda senin için şefaat edecek olan gene ben olacağım. Esasen, seni beni öldürmekle görevlendiren Allah, çektiğin bu ıstırabı benden çok daha iyi bilir. Sen beni vuracak, kanımı dökecek, şu gördüğün beni öldüreceksin; asıl beni öldürmeyeceksin; ten kafesini parçalayacak ve ruhumu kurtaracaksın. Senin vazifen budur. Sen beni değil kalıbımı öldüreceksin.

O zaman İbni Mülcem sordu:

—Ya Ali! Öyleyse bu kısasın-öldürmenin- sebebi nedir? Allah senin gibi büyük bir veliyi, yaratılmışın ve İslam’ın iftihar sebebi olan böyle bir kahramanı öldürmek için, neden beni alet ediyor? Ben san hizmetin, senin hizmetinde iyi ve güzel işler görmenin aleti olmak istiyorum.”

Ali ona yine cevap verdi:

—Ey İbni Mülcem! Kısas da yine Hakk’ın kazasıdır. Onun emridir. O emir öyle bir sırdır ki, idrakine insan aklı kadir değildir… Kendi yaptığını değiştirmek ancak onun kudretindedir… Allah kahır ve lütufta tektir. Bizim uğradığımız her kahır ve lütuf onun eseridir; aslında biri ötekinden farksız olan nimetleridir…

Eğer Allah kendi emrine alet olan bir kulunu bir kısasa-öldürme- alet eder ve kul bu yüzden incinirse, hemen aynı kulunu eskisinden daha üstün ve mesut bir hayata yükseltir. Çünkü yaratan, öldüren, yok eden ve dirilten yalnız onun kudretinin elidir. Bu yüzden nice yoksulluklar varlıklı oluşa, nice günahlar en güzel sevaplara, nice kâfirler müminliğe, nice ahlaksızlar ahlakın en güzeline çevrilir. Ve eğer Allah dilerse, tekrar olduklarından başka veya zıt bir hale koyar. Kâinat bir zıtlar âlemidir. Siyahın yanında beyaz daha aydınlık, gölgenin yanında ışık daha güzeldir.

İnsan gözlerinin Allah’ın nurunu gören noktası, göz beyazında değil, rengi siyah olan gözbebeğindedir. Tıpkı bunu gibi kalbin SEVAD-I AZAM denen siyah noktasında insanı ve bütün kâinatı nur içinde bırakan ilahi aşk şulesi yanar. Gözleri Allah tarafından açılmış her mümin çok iyi bilir ki, öldürsün veya öldürülsün, her kişinin başına gelen sadece kaza ve kader icabıdır.
16.03.2009-Moda-Mukadder Altaylı

21 Şubat 2009 Cumartesi


Astroloji

MEVLANA’DA SABİT YILDIZLAR GERÇEĞİ

Mesnevi’de Mevlana 745–775 sayılı mısralarda Yıldız etkilerinden, ama asıl Sabit yıldız etkilerinden söz etmektedir. Bu mısralar şunlardır:

“İsa soyunu yok etmek için aynı Yahudi hükümdarının soyundan bir ikinci padişah geldi ve İsa kavminin helakine yürüdü.

Eğer bu ikinci padişahın nasıl huruc ettiğini-isyan ettiğini, itaatten ayrıldığını- öğrenmek istiyorsan,
Buruc suresindeki ilk ayeti, yani “Burçları olan gökyüzü hakkı için…” diye başlayan sureyi oku.

Güneş bir burçtan bir burca giderken, pencereden akseden ışığı yer değiştirir (fakat evden ayrılmaz).

Kimin ki bir yıldızla ittisal ve alakası vardır, seyri ve münasebeti o yıldıza uyar.
Talihi Zühre olanın bütün meyli şarkıya, aşka ve arzuyadır.

Merih’e mensup olan ise, kan dökücü olur, mücadele ve düşmanlıklarla uğraşmak ister.

Ancak bu görünen yıldızların ötesinde, o yıldızlar vardır ki, onlar için ihtirak-Güneş ışığı altında kalması- ve nuhuset-harekete getirilmek- olmaz.

Onlar bilinen bu 7 gökten gayrı bir asumanda seyir ve hareket ederler. Ne birbirlerinden ayrı, ne birbirlerine muttasıl, fakat Huda nurlarını içinde sabit ve kavidirler.

Kimin ki talihi o yıldızlardan olursa, onun nefsi kâfirleri yakar ve küfrü yıkar.
Onun hışmı galibiyetten mağlubiyete geçen Merih’in hışmı gibi değildir.”

**** ****

Kuran’da, İsa soyunu yok etmek için uğraşan ikinci Yahudi hükümdarının durumunu anlatan bir sure vardır. İslamiyet’in doğuşu sırasında bilhassa Kureyş kabilesi, ilk Müslümanlara çok eziyet edince, Allah Buruc suresini indirmiş, kâfirlerin Allah’ın cezasına hak kazandıklarını bildirmiştir. Buruc suresinde şöyle der: “Burçları olan sema hakkı için, vaad edilen Kıyamet günü, şahadet eden (Hz Muhammed) ve şahadet olunan şey hakkı için, erkek ve kadın tüm inanmışlara zulmedip de, tövbe etmeyenlere, Cehennem azabı, ateş azabı vardır.”

Mevlana bu konuyu hatırlattıktan sonra özetle şunları söyler: Güneş burçlarda gezinirken ışığın geldiği yerler ve dolayısı ile etkileri de değişir. Kişiler kendi gezegenleriyle uyumlu meyiller gösterir. Venüs’ten-Zühre-etki alan kişi, keyif ve eğlenceye; Merih-Mars’tan etki alan kişi kavga ve mücadeleye meyil gösterir. Bu konuda “Demek ki yeraltında damar damar akan acı ve tatlı suların birbirine karışmaması gibi, yer üstünde de, iyi ve kötü huy da, ayrı kanallardan akıyor. Aynı gök altında yaşayan her ruh ayrı özelliği olup birbirine karışmıyor.” Der Kenan Rufai.

Fakat bilinen bu yıldızlardan başka bir grup yıldız vardır ki; bunlar Güneş ışığı altında kalmaz, 7 kat gök semasından ayrı bir semada bulunurlar. Bu yıldızlar, Huda’nın nurları içinde sabit ve sağlam dururlar. Eğer kişinin üzerinde bu sabit yıldızların etkisi varsa, inanmışları her türlü yanlış ve yenilgiden kurtarır. Sabit yıldızların etkisiyle, Merih etkisinde olduğu gibi, galip olduktan sonra, ardından mağlup olma durumu yaşanmaz.

**** ****

Bu mısralardan anlaşılan, varlıkların üzerinde kendi yıldızlarının etkisi kesindir. Ama asıl etkili olan ise, sabit yıldızlardır. Bu mısralarda, asıl hüküm ve tesirin onlardan geldiğini, insanın kendi yıldızının müstakil bir etkisi bulunduğunu zannetmenin aldanma olacağı anlatılıyor.

Bu durumda, Mevlana’ya göre kişi haritaları incelenirken, sadece bilinen tarzda yapılan incelemeler yetmeyecek, asıl olarak sabit yıldızların harita üzerindeki etkilerinin incelenmesi gerekecektir. Sabit yıldız etkisi bilinmezse, yapılan işler bir yanılgıdan ibaret kalacaktır. Mevlana’ya göre sabit yıldızların değişmez etkileri, “asıl kaderimizi” oluşturuyor, bu yıldızların olumlu etkileri kişiyi yıkılmaz bir inanç kalesi haline getiriyor. Anladığımız kadarı ile sabit yıldızların kişiye verdikleri geçici kazançlar değil, çok güçlü ve kalıcı olanlardır.

Nesefi, yıldızlar hakkında bilgilerin ulaşılabilir olduğunu, ama sabit yıldızlar hakkında her şeyi bilmenin mümkün olmadığını söylüyordu. Gene de, bu bilinemeyen âlemi olabildiğince anlamaya çalışmak gerekmektedir. Çünkü Allah “ruh” ve “kader” konuları dışında her bilgiyi bizim anlayışımıza açmıştır; zararlı amaçla kullanılmadığı sürece bu bilgiler bizi birliğe doğru yol aldıracaktır.

Kim bilir belki de asıl yurdumuz sabit yıldızlar ardındadır; yani geldiğimiz birlik denizinin yeri orasıdır. Bunlarla uğraşmanın faydasız olduğunu savunanlar olacaktır. Herkes kendi yeteneğine göre, bu evrende yol alacağı için onlar da haklıdır; ama bu yolda yetenekli olanlar da bu konularda fayda bulacaktır. Yeter ki, edinilen bilgiler kişinin kendisine ve başkalarına faydalı olsun, önünde güzel bir yol açsın.

Sırf heyecan ve merak amacıyla yapılan araştırmaların-büyü, sihir, başka âlemlerle ilişki kurmak- kimseye faydası olmayacağı gibi, ömrün boşa gitmesine sebep olacaktır. Bu konularla uğraşıp da hayatında huzur bulan birisini tanıyan varsa, ne olur bana da haber versin, gerçekten merak ediyorum.

Oysa öğrenmek için ömür çok kısa. Yıldızların, sabit yıldızların ve her türlü varlığın konusu; tanrıya yakın olma konusudur; evreni anlama konusudur; insanı ve âlemler arasındaki birliği anlama konusudur; kısaca varlığın sebebinin konusudur. Önünde bir yol açılana, yolu uğurlu olsun. Keşke arkalarına takılabilsek! Belki oralarda Muhittin Arabî’ye, Mevlana’ya, Kindi’ye, Erzurumlu Hakkı’ya, Nesefi’ye ve daha nice ışıklara rastlarız. Bu ışıklara hangi dost önce rastlarsa, bizim de selamımızı götürsün. Herkesin yolu açık olsun! Biraz yüksekten uçarak, “Sabit yıldızlarda buluşmak ümidiyle!” diyorum.

MUKADDER ALTAYLI–21.02.2009-Moda
.

.

24 Ocak 2009 Cumartesi

Astroloji Hikayeleri


AĞUSTOS’TA DÜĞÜN VAR!

Bundan iki sene önce çok yakın bir arkadaşım ağır bir depresyon geçirdi. Sebebi sevemediği ve mutsuz olacağına inandığı birisi ile, tüm karşı çıkmalarına rağmen, kızının nişanlanıp evlilik hazırlıklarına girişmesi idi. Aile ne yaptı ise, kızı bu evlilik işinden vazgeçirememişti. Kendi asılları Adana iken, damat adayı Karadenizliydi ve hala orada oturuyorlardı ve kızı da evlenince oraya yerleşecekti. Her iki taraf arasında ortak nokta bulmak zordu ve kızın Karadeniz’de nasıl yaşayacağı konusunda, kızın kendisi dâhil kimsenin bir fikri yoktu.

Diğer konulardaki problemler yetmezmiş gibi, bir de damat adayı son derece ukala ve saygısız birisiydi (Tabii bu arkadaşımın algılamasıydı). Bu saygısız kişilik onun tüylerini diken diken ediyordu. Arkadaşım haklı olarak kızının İstanbul’dan sonra Karadeniz’e alışamayacağını, çok sıkıntı çekeceğini düşünüyordu. Ayrıca damadın kendisi ve ailesi ile de, çok büyük kültür farkı yaşıyorlardı. Anlaşabildikleri tek bir konu yoktu. Aklını kaçırmak üzereydi ve kızı ile ilişkisi gittikçe kötüye gidiyordu.
Duruma müdahale etme gereği duydum. Kendisini bir gün çaya avdet ettim ve:
—Bana gel, kızının doğum haritasını inceleyelim, eğer evlenmeyi gösteren bir durum varsa boşuna kendini üzme, nasıl olsa engel olamazsın, dedim.
—Nasıl yani, bu belli olu mu? diye heyecanlandı.
—Kesin bir şey diyemem, ama eğer kesin bir evlilik kesin olarak gerçekleşecekse, haritada bunu gösteren bir işaret olmalı, dedim.

Sevinçle geldi. Kızının haritasına bakmadan önce ondan söz aldım. Eğer harita, bir evliliği vaad ediyorsa, artık ona karşı çıkmayacak, evlilik hazırlıklarını hızlandıracak, istemese de kendisini hırpalamaktan vaz geçecek ve en önemlisi de, istekli bir anne gibi kızı için gereken her şeyi yapacaktı. Bu sözleri aldıktan sonra haritayı iyice inceledim, çünkü hata yapmak istemiyordum. Ayrıca da ona “Bu iş olmaz, kendini üzme “ demek istiyordum.

Ama ne yazık ki kızın haritasında bizim bu arzularımız için bir destek yoktu. Harita 3–3,5 ay sonra, kesine yakın bir şekilde düğün gösteriyordu. Bu kadar kısa sürede başka birisi olması da pek mümkün olmadığı için aykırı damat, artık kabul görmek zorundaydı. Ona üzgün bir ifade ile:

—Sana istediğin gibi bir şey söylemeği çok isterdim, ama mümkün değil. Ne yazık ki, Ağustos’ta düğün var. Ama kızın bu kadar kısa sürede onu bırakıp bir başkasını bulursa ona diyecek bir şeyim olamaz. Ama bunun gerçekleşme olasılığı çok düşük. Hadi hayırlı olur inşallah, dedim.
—İnanmıyorum, diye bağırdı.
—İster inan ister inanma, bu iş oluyor. Söz verdin, sakin olacak, aklı başında bir anne gibi, nasıl davranman gerekiyorsa öyle davranacaksın. Hemen kızının yanında yer al, ona destek ol. Başaramayacağın mücadelelere son ver. Don Kişot gibi yel değirmenleri ile savaşmanın anlamı yok. Herkesi karşına alıp “sevilmeyen, huysuz, problem yaratan anne” durumuna düşme. Bu günden itibaren sevgiyle koşturan anne ol. Çünkü karşı olman her şeyi daha da kötü duruma sokmaktan başka bir işe yaramayacak.

Tüm gün, onu bu gerçeğe alıştırmaya çalıştım. Kaderi yenemeyeceğini, bu evliliğin de bir kader olduğunu anlattım. Saatlerce konuşarak onu yatıştırdım Benden ayrılırken bu kadar kısa sürede düğün hazırlıklarını nasıl bitireceğini planlamaya başlamıştı bile.

Gerçekten de Ağustos’ta kızı güzel bir düğünle evlendi. Ona harika çeyizler hazırladı. Kendisi mutlu olmasa da, durumu kabullenip, her şeyin yolunda gitmesi için elinden geleni yaptı. Bir kere daha “Suyun üzerindeki yaprak olmanın” ya da “Akıntıya karşı kürek çekmemenin” faydasını o da görmüş oldu. Gerçekten, suyun aksi yönüne doğru gidilseydi, çok sıkıntı yaşanacaktı.

Arkadaşım kısa süre sonra depresyonunu da yendi. Kızı da, görüldüğü kadarı ile sanıldığı gibi mutsuz olmadı.

Ne demişler “Bükemediğin eli öpeceksin.” Ya da “Zaman sana uymuyorsa, sen zamana uyacaksın”

Sevgiler. 24.01.2009-Moda-MUKADDER ALTAYLI

19 Ocak 2009 Pazartesi

Gezegenlerin Kucağında Büyümek!



Kenan Rufai’nin şerhini olan Mevlana’nın mesnevisinde çok şaşırtıcı bir bilgiye ulaştım. Bunu herkesle paylaşmak istiyorum. Mevlana ana karnındaki çocuğun 9 ay boyunca 7 gezegenin etkisi altında olduğunu söylüyor. Kenan Rufai, Mevlana ‘nın söylediklerine her ayda hangi gezegenin etkili olduğunu eklemiş. Mevlana tam olarak bunları sıralamamış. Rufai bu bilgiyi neye ve kime dayanarak verdiğini açıklamamış. Kaynak belli olsaydı, insanların üzerinde gezegenlerin etkisini kabul etmeyenlere de daha açık bir cevap olurdu.

Mevlana’ya göre; 7 yıldızın ana karnındaki cenine belli zamanlarda hizmet ediyor; cenin Güneşten can, diğer yıldızlardan ise tesir alıyor; Güneş ana karnındaki cenini bizim bilemeyeceğimiz gizli yollardan etkiliyor.

Mevlana hangi ayda hangi gezegenin etkisi olduğunu açıklamadığı halde, Kenan Rufai bunu sırasıyla açıklıyor. Kenan Rufai böyle önemli bir bilgiye temelsiz ulaşmamıştır; ama bunu bizimle paylaşmamış. Belki okuyucular arsında bunun kaynağını bilenler vardır ve bana da ulaştırırlar.

Mevlana şöyle demektedir: Mesnevideki 3817–3825. Mısralar:

“ 7 yıldız ana rahmindeki her cenine belirli zamanlarda hizmet eder. Vakti gelince Güneş onun yardımcısı olur.

Bu cenin Güneş sebebi ile harekete gelir, çünkü Güneş ona süratle can bağışlamaktadır.

Cenin diğer yıldızlardan ancak tesir almıştır; Güneşten ise feyiz ve hayat.

Ana rahmindeki cenin güzel yüzlü Güneş’le ne yolda münasebet ve alaka peyda eder.

Ancak bizim his ve idrakimizden gizli olan yoldan. Çünkü gökteki Güneş’in birçok gizli yolları vardır.

Altının gıda aldığı yoldan, taşın gök yakut haline geldiği yoldan,

Yakutun kırmızı hale geldiği yoldan ve demir nalın kıvılcım saçar hale geldiği yoldan.

Ve meyvelerin olgunlaştığı yoldan, korkağa kuvvet ve cesaret verildiği yoldan”

Bu beyitleri Kenan Rufai ise şöyle açıklar:

“İnsanı meydana getiren tohumun ana karnındaki kısa zamanda kalbi, ciğeri, başı, beyni, kemikleri ve etiyle bir küçük insan yavrusu gelişi gökteki 7 yıldızın tesiri ve terbiyesi iledir.

Zuhal, Müşteri, Merih, Güneş, Zühre, Utarit ve Ay’dan süzülen hayat nurları ana karnındaki yavruya sırasıyla tesir ederek, her biri bir ay müddetle ona hayat terbiyesi veririler. Bu 7 ay zarfında böyle devam eder. Çocuk 8. ayda yeniden Zuhal yıldızının, 9. ayda ise Müşteri’nin tesiri altında kalır.

İnsan haline gelebilmek için, ana karnında iken bu 9 yıldız şuasının terbiyesini görmek lazımdır.

Çocuk 4. ayda sıra Güneş nuru huzmelerine geldiği zaman canlanır. Vücuda ruhun nüfuzu Güneş nuru nöbetindedir.

Ana rahmindeki yavru, öteki yıldızlardan sadece vücut, şekil ve suret alabilir. Bu vücuda ruh veren Güneş’tir. İlahi kudretin büyük tecellilerinden biri olan hayat verici Güneş, ana karnındaki gizli yavruyu nasıl, ne yoldan bulur? Onu ilahi tecelli ile daha 4. ayda nasıl nurlandırır? Hele bu ana karnındaki yavru Güneş ile nasıl ve hangi hikmeti bilerek bir bağ peyda der? Düştüğü ilk zindandan Güneş’e yol bulmayı hangi sırla öğrenir?

Bu sır, bu hikmetli yol buluş bu gün hala bizim duygularımızın ve bilgimizin üstündedir; gizli ve ilahi sırlarla örtülüdür.

Bu yol hangi yoldur, diye bir benzerini düşünmek istersen bir parça söyleyeyim. Toprak altındaki türlü madenler içinde yalnız altının o asil sarı rengi ve altın kıymetini bulmak için, Güneş’ten gizli gıda aldığı yoldur.

Bu, yine toprak altındaki türlü renkli taşlar içinde zümrütlerin, yakutların o yeşil, o al rengi kazandıkları, o paha biçilmez kıymetlere girdikleri esrarla dolu yoldur.

Şeftaliye damak serinleten tadı, kayısıya ağızda yayılan rayihayı ve her çeşit güzel meyveye kendilerine has olgunluğu sunan yol, aynı yoldur.”
12.01.2009-Moda-Mukadder Altaylı